10 Ekim 2010 Pazar

Porto
















Porto şehri Portekiz'in kuzeyinde Rio Douro nehrinin ağzında bulunmaktadır. 2005 sayımlarında 327.539 nüfusuyla (Büyükşehir Porto'nun toplam nüfusu 1.610.539'dur) ülkenin en önemli endüstri noktası ve aynı isimli vilayetin başkentidir. Resmi yerleşik Türk sayısı 12’dir J
Rio Doura nehrinin kuzey yakasında bulunan şehir merkezi 1996 yılında Unesco tarafından Dünya mirası listesine alınmıştır. Porto'nun en tanınmış dışsatım malı Port şarabı'dır. Bu özel şarap için yetiştirilen üzüm çeşidi, Rio Doura nehri boyunca yetiştirilen üzüm bağlarını kapsamaktadır. 1756'da çıkarılan bir yasayla Porto şarabın üretiminde kullanılan üzüm çeşidi ve şarabın tarifi korunmaktadır.
Dar sokaklar birdenbire meydanlara açılabiliyor. Roma, Gotik, Barok, Neo-Klasik mimariler içiçe geçiyor kentte , Brezilya’nın etkisi birçok kilisenin içinde kullanılan altınlarda , İngiltere’nin etkisiyse hala burada şarapçılık yapan İngiliz ailelerde görünüyor
16/09/2010’da Lizbon’dan Porto’ya tren ile ulaştık. Bence Avrupa’da tren ile ulaşım uçaktan çok daha lüks ve kolay. Trenin kalktığı istasyona mutlaka metro oluyor ayrıca trenden 10 dakika kadar önce orada olmak yeterli oluyor. Lizbon-Porto arası olan tren biletimi www.cp.pt adresinden ayarladım,burası Portekiz’in resmi tramvay sitesi zaten. (ekonomi sınıfı bilet kişi başı 28 Euro). Lizbon-Porto arası trenle 2 saat 45 dakika sürüyor.
Portekiz’de hiç dil sorunu yaşamadık. İngilizce biliyor musunuz sorumuza herkes “a little” diye cevap veriyor ancak gayet güzel derdimizi anlayıp bize anlatıyor. Trenimiz 17:57’de idi, 10 dakika rötar yapmış tabi anonslar Portekiz’ce olduğu için biz pek anlamadık ancak yardımsever halk hemen bize çeviri yapıp, birazdan trenin geleceğini haber verdi J
Uzun Avrupa tatilimizin son ayağı Porto. Bu tatilde bütün otel seçimlerimizi çok doğru yapmışım, ancak Porto hariç. Hotel Grande Rio’yu her zamanki gibi booking.com’dan ayarladım ( gecelik 40 Euro, oda kahvaltı fiyatı) Otelimiz metro istasyonuna çok yakındı ancak daha merkezde yürüme mesafesinde bir yerde olmayı tercih ederdim. Porto’ya gidecekler için önerim sahile yakın otel bakmalarıdır çünkü Porto’da tüm hayat sahilde. Bence Porto’da Aliados veya Sao Bento metro istasyonu ve etrafındaki oteller seçilmeli. Jardim do Morro istasyonu I. Lois köprüsünün tepesinde ancak ulaşımı çok kolay değil. Avenida dos aliados caddesi etrafında kalınabilir. Burası sahile 1km'den az. Sao Bento sahile en yakın metro istasyonu ancak bu civarda pek fazla otel ne yazıkki yok.
Porto’da trenden Campanha istasyonunda (son istasyon) indik. Buradan sarı hatlı metroya binip Trindade istasyonuna geldik, oradan da otelimizin bulunduğu Faria Guimaraes istasyonunda indik. Burada Porto’da ulaşım “andante” isminde bir kartla yapılıyor. Bu kartı kişi başı almak gerekiyormuş. Ben Campanha’dan metroya binerken bir kart alıp 2 bilet almışım. Porto’da metro sistemi biraz farklı, şehir zone’lara ayrılmış durumda. Gideceğiz zone’a göre bilet alıyorsunuz (hangi istasyonun hangi zone’da olduğu yazıyor, örneğin havaalanı zone 4’te, şehir merkezi genelde zone 2’de). Bu kartı aldıktan sonra turnikeden geçmiyorsunuz. Sarı makineler var, kendiniz okutuyorsunuz, yani okutmayabilirsiniz J Ancak trenlerde kontrol olabiliyor. Cezası 100 Euro. Biz Porto’daki otelimize vardıktan sonra eşyaları bırakıp hemen şehri keşfetmeye çıktık, gece otele dönerken trende bilet kontrolü yaptılar. Biz tek andante kartı alarak hata yapmışız, az daha 100 Euro ceza ödeyecektik, Allah’tan görevli iyi niyetli olduğumuzu anladı da, bize bir bilet daha aldırıp, nasıl yapmamız gerektiğini anlattı  J

17/09/2010
Porto’da tam olarak lonely planet tarafından önerilen yürüyüş rotasını yaptık. Turumuza Trindade metro istasyonun hemen altındaki R. Dos Hero e Dos Martines’den yürüyerek başladık. İlk durak Ireja de Trindade (Trinity Kilisesi, 19.yy’da mimar Carlos Amarente tarafından yapılmış ve 5 Haziran 1841’de ibadet için açılmış)  buranın altındaki bina da Paços do Concelho (yani belediye sarayı) önünde düz bir alan vardı, burada çocuklar bisiklete biniyor asker gözetiminde tırmanma duvarına tırmanıyordu. R. Clube dos Fenianos boyunca devam edip R. Dr. Arthur de Magalhaes’den sola döndük. R.da Fabrica’dan sola dönünce R. Do Conde de Vizela’dan devam ettik. Burada bir marangoz atölyesinde çalışıyordu. Bir kelime İngilizce bilmiyor olmasına rağmen bize 10 dakika boyunca yaptığı ürünleri anlattı, bir kelime bile Portekiz’ce bilmiyoruz ama inanır mısınız anlaştık J
Bu caddenin sonunda sol tarafta İtalyan mimar Niccolo Nasoni’nin 1750’de tamamladığı, 200 basamağını çıktığımızda kent manzarasını önümüze seren Clerigos[1] klisesi ve tepesi mevcut. Bu tepeye çıkmak sadece 2 Euro ancak biz tam öğle saatine geldiğimiz için yukarı çıkamadık, ama manzara izlemek için harika başka bir yer keşfettik J
Buarada Clerigos klisesinden aşağı R. Dos Clerigos üzerinde bazı şarap satan dükkanlar var. Biz öğleden sonramızı şarap üretim yerlerinin olduğu Gaia’da geçirdik, okuduğumuz yorumlarda üreticilerdeki fiyatların turistik olduğu, caddelerde şarap satan yerlerin daha uygun olduğunu yazıyordu. Ancak biz Gaia’dan sonra bunlara bakarız diye düşündük, akşam 7’den sonra heryer kapalı ona göre eğer buralardan alış-veriş yapmak istiyorsanız, fiyat karşılaştırmasını önceden yapmak gerekiyor.
R. Dos Clerigos’dan devam ettiğimizde sağda Pç. Da Liberdade’yi gördük. Burada Porto’da dün akşam da bir grup siyah takım elbise giymiş ve hava çok soğuk olmamasına rağmen siyah kalın polor şal takan kız ve erkekler gördük, bugün bunları grup halinde tekrar gördük, bir grup sivil giyimli yaşları daha küçük çocukları sorguya çekiyor gibilerdi J dayanamayıp sorduk siz ne yapıyorsunuz diye, meğer bunlar hukuk fakültesi öğrencileriymiş, son sınıf öğrencileri kıdemli oldukları için siyah takım elbise giyerlermiş, okula yeni giren acemi çaylaklara yol yordam gösteriyorlarmış, bu onlar için bir ritüelmiş ancak fotoğraf çekilmesi yasak J


Pç. De Almeida Garrett’te sol tarafta halen kullanılmakta olan Estaçço de S. Bento[2] tren garı mevcut. İçi gezilebiliyor. Porto’da denenmesi gerekenlerden bir tanesi de kaya tuzunda pişmiş kestane, hele benim gibi kestane severseniz, bu tadı çok seveceksiniz. Tren garının hemen önündeki teyzeden alabilirsiniz (külahı 2 Euro), ancak Gaia’da sahilde de satılıyor.

R.Das Flores’den aşağı doğru yürüdük. Lg. De S. Domingos’dan Palacio das Arter’den R. De Ferreira Barges’den devam ettik. Sağ tarafta institute das Vinhos do Douro e Porto yani Douro ve Porto şarap enstitüsünü gördük, içerisi gezilebiliyor, mağazası var alış-veriş yapılabiliyor, ayrıca tadım da yapılabiliyor, ancak ücretli. Biz bütün gün şaraplarımızı yanımızda taşımak istemediğimiz için buradan alış-veriş yapmadık.
Sol taraftaki kırmızı çatılı bina Mercado Ferreira Borges idi ancak içerisi kapalıydı, tam olarak ne olduğunu anlamadık. Sağ taraftaki diğer bina Palacio da Bolsa[3], içerisini gezemedik, bugün ve yarın interaktif şarap tadım ve tapas fuarı vardı, ancak saat 3’te başlıyordu, 2 saat beklemek istemedik. Geri döneriz dedik ancak Porto’da kendimizi kaybedip dönemedik J (buarada lonely planet’in önerdiği restoranlardan biri O Commercial buranın içinde, ancak fuar olduğu için servis yapmıyordu)
Buradan R. Da Infante D Henrique’ye oradan R. De Alfandega’ya devam edip R. Do Fonte Faurina’da biraz dolaştık (burada lonely planet 66 numarada bir gece klubü öneriyor ancak gündüz kapalıydı tabi)
En sonunda Cais de Riberia’ya[4] ulaştık. Burada bulunan kafeler gerçekten çok keyifli, bence eğer iki akşam varsa, bir gün akşam buradaki kafelerden birinde bir gün de Gaia’daki yerlerden birinde yemek yenmelidir. (Cais de Riberia’da lonely planet 40 numaralı kafeyi – Cais Filha da Mae Preta-öneriyor, ancak hepsi birbirine çok benziyor)
Üzerinde 6 köprü bulunan Douro nehri artık eskiden olduğu gibi ticari taşımacılık yapan tekneler değil, turistik turlar düzenleyen teknelerle balıkçı tekneleri tarafından kullanılıyor.

Buradan devam edip 1886’da Gustave Eiffel tarafından yapılan ve üst katından trenlerin ve yayaların, alt katından da arabalarla yayaların geçtiği 1.Luis[5] köprüsünden karşıya geçtik. Karşı taraf yani CAIS DE GAIA[6] tarafı 50’den fazla şarap üreticisinin mahzenleri ve tadım yerlerine ev sahipliği yaptığı bir yer. Porto’da akşam saatlerinde bir tekne turu yapmaya karar vermiştik, bilgi almak için Gaia’ya vardığımızda ilk gördüğümüz tekne turuna (Douro Cruises) sorduk (zaten fiks fiyat 10 Euro) ancak bu turlar şarap üreticilerine ücretsiz giriş veya şaraplarda indirim kuponu verebiliyor. Bizim seçtiğmiiz Ramos Pinto’da ücretsiz gezi ve şarap tadımı ile Croft’ta ücretsiz gezi, tadım ve %20 indirim çeki verdi. Bu nedenle önce buradan biletleri aldık. Akşam 6’da tekne turu yapmak için çocuklarla konuştuk (son tur 6’da zaten)
Nehrin Gaia bölgesinde kıyıdaki çimenlerin üzerinde oturup, karşı kıyıdaki Riberia bölgesini izlemek çok dinlendirici, hemen önümüzde eskiden karşı kıyıya şarap dolu fıçıları taşıyan şimdiyse turistik amaçlı kullanılan küçük yelkenli tekneler var.
Öğle yemeği için en büyük şarap üreticilerinden biri olan (en fazla reklamı veren de o) Sandeman’da yemek yedik. Buranın en profesyonel şarap tadım turlarından birini o yapıyor (tur 6 Euro-15 Euro arası). Biz burada yemek için fish&chips ve codfish seçtik, kırmızı olan ancak tatlı olmayan bir Douro bölgesi şarabı seçtik, ayrıca zeytin, fıstık, ekmek gibi bir sürü şey istedik ve sadece 21 Euro hesap ödedik. Porto gerçekten çok uygun bir yer.

Yemeğimizi yedikten sonra önce Ramos Pinto’da müze gezisi, mahzen gezi ve tadım turuna katıldık (normalde 3,5 Euro ancak biz tekne turundan aldığımız kupon olduğu için ödeme yapmadık) Şimdi burada Porto şarabına dair öğrendiğim bazı bilgileri aktarayım. Üzümler toplandıktan sonra fermantasyon başlıyor. Fermantasyonun 3 veya 4. Gününde şarabın 1/5’i oranında %77 alkollü Brandy ekleniyor. Brandy eklendiği için şeker alkole dönüşmüyor ve fermantasyon duruyor. Şarabın içinde sadece brandyden gelen alkol oluyor. Brandy daha geç eklenirse şarap daha tatlı oluyor. Şaraplar iki türlü bir kısmı fıçıda yıllandırılıyor, bir kısmı ise (vintage olanlar) şişelendikten sonra da yıllanmaya devam eden şaraplar. Tawny cinsi bir şarapları var. Fıçıda yıllandırılıyor, şişeye konunca yıllandırılması duruyor. Ancak aynı kalitede reserve edilebiliyor.  Vintage şaraplar en kaliteli şarapları, bunlar sadece1 yılın hasatından yapılıyor. Bu sebeple Vintage olanlardan yılı anılarak bahsediliyor. 2005 yılı vintage olan bir şarap, 2005 yılı hasadından toplanmış, reserve edilmeye uygun, durdukta güzel olacak şarap demek örneğin. 2005 yılı bir vintage ile 2000 yılının vintage şarabının fiyatı 2 katından fazla fark ediyor doğal olarak. Vintage dışındaki bütün şaraplar, değişik yılların hasatlarından olabiliyor. Kırmızı vintage bir şarabın yıllar geçtikte rengi açılıyor. Beyaz şarabın yıl geçtikte rengi sararıyor. Porto şarabı tatlı bir şarap olduğu için yemekle kesinlikle önerilmiyor. Yemekten önce aperatif olarak veya yemekten sonra tatlı veya meyve ile tüketilmesi gerekiyor. Norma bir şarap açıldıktan sonra maksimum 4-5 günde tüketilmeliyken, Porto şarabı açıldıktan sonra 3 ay içinde içilebiliyor.
Ramos Pinto gezimizden sonra hızlıca Croft’a gidip oradaki gezimizi tamamladık. Bize tadı daha güzel geldiği için şaraplarımızı Croft’tan aldık. (yukarıda belirttiğim gibi marketlerin ve dükkanların üreticilerinden daha uygun olduğunu söyleyen yorumlar okumuştuk ancak bunu kontrol etmek için vaktimiz olmadı, şaraplarımızı da buradan iyi ki almışız, çünkü dükkanlara yetişemedik) J
Saat 6’da I. Lois köprüsünün hemen ayağından kalkan teknemiz ile 50 dakika süren tekne turumuzu yaptık, ancak teknede öyle rehberlik felan yok. İzleyip dönüyorsunuz. Ancak bence yine de güzeldi. Tur bittikten sonra bize önerilen en güzel gün batım yerine ulaşmak için başladık tırmanmaya. Serra do Pilar manastırına çıktık (valla yokuş yukarı bir 10 dakika sürüyor, ona göre) ancak en tepede görüntü muhteşem. Burada tam gün batımını yakaladık. Dün gece geldiğimizde Cais de Ribeira’dan I. Lois ve arkasında ışıklandırılmış bu tepeye bakarak aşık olmuştuk, bugün buradan Porto’ya bakarak aşık olduk.  Gün batarken Porto’ya kesinlikle torpil yapıyor, ben böyle bir gün batımı hiç izlememiştim daha önce, turuncu, mavi, ….
Gün battıktan sonra akşam yemeğimizi Cais de Ribeira’da yedik. Zemin katta bulunan kafelerin hemen biraz üstünde basamakla çıkılan asma kat gibi bir yer var. Burada canlı gitar müzik de vardı, o yüzden lonely planet yerine iç sesimizi dinledik ve güzel bir yerde oturduk. Harika bir akşam geçirdik. Porto’nun ünlü şarabı Vinho verde, biz bunun beyaz olanını denedik, bence içini kolay, güzel bir şarap. Burada fiyatlar gerçekten çok uygun. Grilled squid 10 Euro, fried sardinella 8,5 Euro (kızarmış sardunya Porto’nun özel lezzetlerinden birisi). Codfish 8-10 euro (biz bu balığı pek sevmedik, balık gibi değil, patates kroket gibi bir şeydi bu) İçilebilecek şaraplar ortalama 8-20 arası. Bizim seçtiğimiz şarap 12 Euro civarı bir şeydi ve gerçekten çok güzeldi. Valla iki kişi olağanüstü bir yemek ve gitar dinletisine 35 Euro para verdik.
18/09/2010
Bu sabah otelimizde kahvaltımızı edip havaalanı için yola çıktık. Havaalanına mor hat gidiyor. Trindade metro istasyonundan kalkıyor. Tren 20 dakikada 1 geliyor, havaalanına gitmek ortalama 40 dakika sürüyor.
Porto küçük bir yer olmasına rağmen havaalanı hiç de küçük değil. Buradan Paris Charles de Gaule havaalanına gideceğiz. Paris’de 1 gece daha kaldıktan sonra uzun Avrupa tatilimizi bitireceğiz.


[1] The Clérigos Church ("Church of the Clergy") is a Baroque church in the city of Porto, in Portugal. Its tall bell tower, the Torre dos Clérigos, can be seen from various points of the city and is one of its most characteristic symbols.The church was built for the Brotherhood of the Clérigos (Clergy) by Nicolau Nasoni, an Italian architect and painter who left an extense work in the north of Portugal during the 18th century.Construction of the church began in 1732 and was finished around 1750, while the monumental divided stairway in front of the church was completed in the 1750s. The main façade of the church is heavily decorated with baroque motifs (such as garlands and shells) and an indented broken pediment. This was based on an early 17th century Roman scheme. The central frieze above the windows present symbols of worship and an incense boat. The lateral façades reveal the almost elliptic floorplan of the church nave.The Clérigos Church was one of the first baroque churches in Portugal to adopt a typical baroque elliptic floorplan. The altarpiece of the main chapel, made of polychromed marble, was executed by Manuel dos Santos Porto.The monumental tower of the church, located at the back of the building, was only built between 1754 and 1763. The baroque decoration here also shows influence from the Roman Baroque, while the whole design was inspired by Tuscan campaniles. The tower is 75.6 metres high, dominating the city. There are 225 steps to be climbed to reach the top of its six floors. This great structure has become the symbol of the city.In Oporto, Nicolau Nasoni was also responsible for the construction of the Misericórida Church, the Archbishop's Palace and the lateral loggia of Oporto Cathedral. He entered the Clérigos Brotherhood and was buried, at his request, in the crypt of the Clérigos Church.
Clérigos church tower was the tallest structure in Portugal when completed in 1763 (the national record is now Lisbon's Vasco da Gama Tower), and as the main feature of the city's skyline, ships used it as a guide when coming into Cais da Ribeira. It's a remarkable baroque landmark designed by the Italian architect Nasoni, who also designed the adjoining church. It has become a popular tourist attraction for the aerial view of the city from the top (76 meters up -- after a steep flight of 240 steps). Inside the church, the highlight is a polychromatic Baroque-Rococo marble retable.


[2] ESTAÇÃO SÃO BENTO A MONUMENTAL TRAIN STATION

The first train arrived here in 1896, but the building (designed with a French Renaissance touch) was only officially inaugurated in 1916 where a convent once stood. This is the city's most central station, standing downtown just around the corner from the monumental
Avenida dos Aliados. Around 20,000 magnificent tiles alluding to the history of transport and Portugal cover most of the atrium. They're the work of artist Jorge Colaço and date from 1916. The most remarkable panels are those showing King João I and Queen Philippa of Lancaster by the city's cathedral in 1387, Prince Henry the Navigator conquering Ceuta in Morocco, and a representation of the Battle of Arcos de Valdevez. Trains arrive here and depart to the major cities of the north of Portugal, while the service to Lisbon is at Campanhã Station which is easily reached by Metro from the center of Porto, including from São Bento Station.
[3] PALACIO DA BOLSA PORTO'S EXUBERANT "RECEPTION ROOM"
This pompous 19th-century building with a vast Neoclassical façade is the former stock exchange that was built to impress and earn the credibility of European investors. Inside it could be mistaken for a royal place, especially the ornate Arab Room, an oval chamber that attempted to copy Granada's Alhambra Palace. It is now "the grand reception room" of the city where heads of state and other luminaries are received on a visit to Oporto. Another noteworthy room is Pátio das Nações, lit by a large skylight that is a magnificent example of iron architecture. Flags of most of the countries that had trade relations with Oporto are represented here. There is also a remarkable grand staircase with two bronze chandeliers hanging from the cupola.

[4] CAIS DA RIBEIRA THE SOUL OF PORTO
The alluring district of Ribeira is made up of medieval streets and seedy alleyways. It is a crumbling but fascinating place, ending at a riverfront square ("Praça da Ribeira"). Wth photogenic traditional boats floating at the quayside overlooked by colorful ancient houses, this is the most picturesque spot in the city and the place everyone loves -- UNESCO did too, and declared it a World Heritage Site. Have a refreshing drink and take in the unique atmosphere, and return at night when it is especially lively. There are dozens of cafés, bars, and restaurants sheltered under medieval arches, making it the most popular district in the city for eating and drinking. The entire city seems to come by on feast days (especially on Saint John's Day every June and on New Year's Eve) to watch the major fireworks shows. In the center of the square is a bronze cube surrounded by café tables, and just around the corner on Rua da Alfândega is "Casa do Infante" (or "House of the Prince"), where Prince Henry the Navigator was born in 1394. Over the years the building also served as the city's customs house, and now contains the city archives, including the document of Prince Henry's baptism, and other articles and manuscripts related to the history of Oporto. From Ribeira you can also see the series of Port Wine houses across the river, as well as the attractive
Cais de Gaia riverfront. Ribeira is also the most romantic district to stay in the city, and couples should consider Hotel Pestana Porto, or one of the apartments in the neighborhood.

[5] DOM LUIS I BRIDGE AN IRONWORK SHOWPIECE
Oporto's iconic bridge opened in 1886, when it held the record for the longest iron arch in the world. Today the metro crosses the upper level, while the lower level is used by cars and pedestrians to cross the river between the center of Oporto and the spectacular city views and port wine warehouses of the municipality of Vila Nova de Gaia. There are four other bridges in the city, best seen on a Douro River cruise. The most famous of all is the impressive Dona Maria Pia Bridge, also an iron railway bridge, completed in 1876. Designed by Gustave Eiffel before he built the famous Paris tower, and named after King Luís I's wife, it held the world record for the largest span for seven years. It remained in service until 1991 but today it stands as a national monument (it has also been designated an "International Historic Civil Engineering Landmark" by the American Society of Civi Engineers). The other bridges are Ponte do Infante (whose central 280-meter reinforced concrete arch is the world's longest), the triple-arched Ponte de São João, and Arrabida Bridge -- the least attractive of the city's bridges, but representing a mean feat of engineering: spanning 270 meters, and supported by a single arch. It was the largest such reinforced concrete bridge when inaugurated in 1963.

[6] CAIS DE GAIA PORTO'S STUNNING SKYLINE AND THE TASTE OF PORT
The views from Cais de Gaia are perhaps the longest-lasting images of Oporto for visitors. It's impossible not to stand in awe at the city's stunning skyline, whose impact is further enhanced by the picturesque boats that stand in front, and the soaring double-decker
Dom Luis Bridge. Breathe in the atmosphere from the several cafes and restaurants at the riverfront (Bogani Café is especially recommended for a drink and chill-out sounds), and then visit the terracotta-topped Port Wine warehouses that stand behind them. Most of the world's supply of Port is stored and aged here, and a visit to any of the warehouses should not be missed. If you venture into the alleys uphill, you will find 19th century manor houses and even more port lodges (that of Taylor's is especially worth a visit). It is best to come here in late afternoon and stay for dinner overlooking Oporto.


24 Ağustos 2010 Salı

Ekim 2009 Amsterdam-Brüksel













28/10/2009


Amsterdam her zaman görmek istediğim bir Avrupa kentiydi. Avrupa’da yaşayan her yaştan her kesimden insanın akın ettiği bu şehir bende yıllardır merak uyandırıyordu.

Amsterdam’a eğitim amacıyla gitmek kısmet oldu. Buraya 25 Ekim 2009 ‘da geldim. Eğitimin yapıldığı hotel NH’di. Burası süper bir oteldi ve eğitim için kesinlikle çok uygundu ancak şehir merkezinden çok uzak, Amsterdam’a kadar gidip bu otelde kalmak gerçekten çok yazık olur.

Eğitimin bittiği gün yani 29/10/2010’da benim için asıl Amsterdam turu başladı. Eğitime beraber gittiğim bütün arkadaşlarım benim gibi tatillerini uzattılar. İlginç bir şekilde Amsterdam’a ilk kez gelen sadece bendim, çoğu en az 1, hatta biri 6. kez gelmekteydi. Mottom “GEZECEK KOCA BİR DÜNYA VAR” olduğu için, ömrümde bir kez gördüğüm yere bir daha gitmem diyorum ancak Amsterdam farklı :)

Eğitim sonrası bizi Schippol Havaalimanı’na bıraktılar. Buradan trenle Central station’a geldik (one way ticket 4,30 Euro ve bilet kontrolü yapmıyorlar) ve İlker ile buluştuk. Otelimiz Central Station’a 5 dakikalık yürüme mesafesindeydi. İlker sabah saatlerinde gelmiş ve küçük bir Amsterdam turu atarak otelimize yerleşmiş. Rokin Caddesi üzerinde bulunan otelimizin adı Cordial’dı. Burayı booking.com’dan ayarladık. Hotel gerçekten bu zamana kadar Avrupa’da kaldığım en kötü otellerden biriydi. Odaları inanılmaz küçük, lavabo hemen yatağın yanında, WC ve duş beraber ve toplam 1m2 bir alanın içinde. Ancak daha sonra fark ettim ki, Amsterdam’da eğer şehrin içinde kalmak istiyorsan genel olarak standart böyle. İnsanlar buraya kesinlikle dışarıda gezmeye geliyor, otel kimsenin umurunda değil :)

Valizimi odaya bırakıp hemen otelden çıktık ve Singel kanalına doğru yürüdük, çiçek pazarı akşam saat 6-7 civarı kapanıyordu, burayı henüz gezemedik, ancak buraya kadar gelmişken Hollanda’dan lale alıp dönmemek olmaz.

Bence bir şehri tanımanın en iyi yolu ara sokaklarını gezmektir. Biz de ara sokaklardan yürüyerek Leidseplein’e gittik. Burası kafelerin, barların olduğu güzel yemek yenilebilecek bir yer. Buradaki oteller de çok güzel. Bana biraz İstanbul’da Beyoğlu’nu hatırlattı. Burada FEBO adında bir yer keşfettik, fast food’un bir adım ilerisi, dükkanda iki kişi çalışıyor, bir adam sürekli burgerleri hazırlayıp, jetonla çalışan dolapların içine koyuyor, bir adamda kasada duruyor. Sen istediğin burgerin parasını ödeyip jeton alıyorsun, sonra da dolaba paranı atıp burgerini alıyorsun. İlker 1,80 Euro’ya bir tavukburger yedi ve gerçekten çok lezzetliydi :)Ben külah içinde kocaman bir patates yedim (3,50 Euro’ydu) burada “wok to walk” adında makarna satan bir yer var, önünde inanılmaz uzun kuyruk vardı, gitmeden bunu mutlaka deneyeceğim.

Yürüyerek Amsterdam Üniversitesinin içinden geçtik, okulun süper bir binası var. Amsterdam’da şehir içi metro ulaşımı çok zayıf, herkes bisiklete biniyor. Ve bisikletlerin hepsi maksimum 10 Euro değerinde, standart olarak eski ve vitessiz. Yolda gördüğünüz kilitsiz bir bisikleti alıp kullanmak serbestmiş, buna çalmak değil, ödünç olarak almak diyorlar :) işiniz bittiğinde götürüp bir yere bırakabilirsiniz. Oradan başka ihtiyacı olan biri alıyor. Ama biz cesaret edip ödünç alamadık :)

Amsterdam Üniversitesinden sonra tekrar otelimizin bulunduğu Rokin caddesine çıktık ve buradan yürüyerek Red Light’a gittik. Eskiden Amsterdam Avrupa’nın en önemli deniz ticaret merkezi imiş, aylarca denizlerde kalan denizciler şehre indikleri zaman evlere saldırarak kadınlara tecavüz ediyorlarmış, bu sebeple yerel yönetim bir karar alarak, bu işlerin para karşılığı yapılabileceği evlere kırmızı ışıklar asmaya başlamış, bütün halk bundan sonra rahat etmiş.

Red Light gerçekten çok ilginç bir yer. Daracık odaların arkasında çıplak kadınlar var. Her milletten her yaştan var (ilgilenenler için fiks fiyat 50 Euro olduğunu da belirteyim) :) kırmızı ışıkların olduğu her odada/evde bu iş yapılıyor, ancak bir üst katında normal bir aile çocukları ile birlikte oturabiliyor. Bu arada öğrendiğimiz kadarı ile Red Light’ta çalışan kadınlar devletin en fazla vergi ödeyen kesimiymiş ve her ay düzenli olarak sağlık taramasından geçmeleri zorunluymuş.

Red light’ın olduğu bölümde çok güzel coffeshop’lar var. Ancak her yerde esrar yada joint yok. Bunları bazı kafelerde bulabiliyorsunuz. Coffeshoplarda esrar serbest ancak sigara yasak, ayrıca bizdekinin tam tersine dışarıda içmek yasak, kafenin içinde içmek serbest :) ayrıca bu kafelerde kesinlikle alkol satışı yapılmıyor, yanında kahve yada gazlı içecek içebiliyorsunuz. Ancak yine de sokakta pek çok kişi yanınıza gelip “do you want cocco” deyip duruyor (yani uyuşturucu) hayır dediğinizde kesinlikle ısrarcı davranmıyorlar. Biz daha önce internetten okuduğumuz BABA’ya gittik. Burada bir space cake kek ( 6 Euro ödedik) ve en hafifinden bir joint denedik (3,5 Euro) (Esrar için bir menü getiriyorlar, 2 Euro’da başlıyor, 10 Euro’ya kadar var) Bu kafelerin içinde özel bölümler var, böyle banka veznesi gibi, eğer daha set bir şeyler bulmak istiyorsanız, menüden sipariş etmiyorsunuz vezneden gidip alıyorsunuz (yaklaşık 15 Euro’dan başlıyor fiyatlar).

BABA’da birkaç saat oturduk. 60 yaşlarında bir amca bir kenarda oturmuş marihuana içiyordu. Sonra gitti bir tane daha aldı, ancak bunu içmemeye karar verip götürüp iade etmek istedi, vezne almadı. Amca yanımıza gelip, marihuanayı az önce 20 Euro’ya aldığını bize 10 Euro’ya satabileceğini söyledi, ben de buraya yeni geldiğimizi ve bunu henüz denemek istemediğimizi söyledim, adam da bizimle dalga geçti, joint mi içiyorsunuz diye. Ama ben ısrarla almak istemediğimizi söyledim. Adam peki dedi, kafeden dışarı çıktı, 2 dakika sonra geldi, elime tutuşturdu, bu benim sana hediyem dedi :) Attık gitti :)

BABA’da oturduğumuz süre boyunca space cake’e verdiğimiz paraya acıdık, space cake yeme sirkülasyonu inanılmaz hızlı olmasa kekin bayat olduğunu bile söyleyebilirdim. Ancak sanırım içine koyduklarından dolayı, kek sem sert bir şey olmuştu. Milletle dalga geçtik, çünkü internetten okuduğumuz pek çok yorumda space cake yiyerek kafayı bulduklarını söylüyorlardı. Biz BABA’da otururken gayet iyiydik ancak 12’ye doğru mekândan kalkıp otele doğru yürümeye başlayınca bir garip oldum, çok saçma sapan bir histi, sanki zemin altımdan kayıyor gibiydi, sanki adım attığım yer açılıp geri kapanıyordu. Daha önce otelimizden 5 dakikada geldiğimiz yeri dönüşte 15 dakikada ancak yürüdük. Otel odasına ilk girdiğimizde buranın küçük olduğunu fark etmiştim ancak şimdi daha da küçük geldi bana, sürekli bir yere çarptık, yatağa zor attık kendimizi ve ben sabaha kadar rüyamda yataktan düştüğümü görüp, İlker’e sarıldım, sanki yatak yamuktu ve ben İlker’i tutmazsam kayıp gidecektim. İlker’de benim gibi hissetmiş. Sabah halimize çok güldük. Sonradan öğrendik ki, böyle joint ve space cake felan mümkünse bir birine çok karıştırılmayacakmış :) Valla buraya gelen bütün arkadaşlarım mantar ye dedi, ama ben acemi çaylak korkuyorum :)

29/10/2010

Otelimizin en büyük lükslerinden biri kahvaltının dahil olmasıydı. İlker kahvaltıda her şeyi yedi ama ben her zamanki gibi yine yiyecek pek bir şey bulamadım :)

Gezimize Holland Card olarak başladık (34 Euro) , aslında “I AM AMSTERDAM” kartında bütün müzeler dahildi ancak biz Amsterdam’a kesinlikle müze gezmeye gelmedik, şehir açık hava müzesi zaten. Holland Card’da belirli sayıda kuponun var, her müzenin de belli bir kuponu var. Örneğin Mademe Tussaud’a A kuponu ile giriliyorsa, A kuponunu oraya harcadıktan sonra başka A kuponu ile girilebilen bir yere giremiyorsun. Ama bence yine de “I AM AMSTERDAM” kartından daha mantıklı bir kart.

Mademe Tussaud’s gittik, normalde 21 Euro giriş fiyatı ancak bir Holland Card’daki kuponlarımızdan birini burada kullandık. Ben daha önce Londra’daki müzeyi de görmüştüm, burası çok küçüktü ancak İlker henüz Londra’daki müzeyi görmemiş olduğu için burayı çok beğendi.

10 gibi Mademe Tussaud’a girdik, neredeyse tüm balmumu heykeller ile resim çektirdik ve 12’de oradan çıkıp Watersplein’e gittik. Burası 2. El bit pazarı gibi bir yer. Okuduğumuz yorumlar mutlaka görülsün çok otantik bir yer diyordu ancak bence kesinlikle görülmese de olur, millet evinde kullanmadığı ne varsa kapmış gelmiş.

Amsterdam’ın kanalları ve sokakları gerçekten çok güzel. Burası kesinlikle yürüyerek gezilmesi gereken bir şehir. Bütün binaların tepelerinde kancalar var, evlerin kapıları ve koridorları o kadar küçük ki, bu kancalar eşya taşımada kullanılıyormuş.

Watersplein’den sonra yürüyerek open air market’e gittik. Burası sokak pazarı, her şey ultra kalitesiz ve bence kesinlikle pahalı, yurtdışından gelen turistlerin neden İstanbul’da zıvanadan çıkarak alış veriş yaptıklarını çok iyi anlıyorum. Burada MASA adında vejetaryen bir lokantada yemek yedik. Ben MASA Falafel bir şey yedim, çok lezzetli ve doyurucuydu (7,40 Euro). Burada bir de Türk Lokantası gördük tabiî ki :)

Open Air Market’ten sonra Heineken Experience’e gittik, kocam içecek sektöründe çalıştığı için, biz gittiğimiz her ülkede mutlaka en az 5 market-bakkal gezip, yerel içeceklerin hepsinin tadına bakarız, onun sayesinde inanılmaz içecekler öğrenmiş bulunmaktayım.

Heineken Experience bence kesinlikle Amsterdam’da görülmesi gereken bir yer. Biz Hollland Card’ımızın B kuponunu buraya verdik (normalde giriş 15 Euro, 2 bardak bira fiyata dahil) Heineken şuanda 4. kuşak tarafından yürütülmekte olan bir aile şirketi (ilk 3 kuşak erkekmiş bu kuşak bir bayan tarafından yürütülüyor). Heineken’de biranın nasıl yapıldığının anlatıldığı 4 boyutlu süper kısacık bir film bölümü var, sanki bira şişesinin içinde yüzüyor gibi hissediyorsunuz. Biranın %95’i su, ezilmiş arpa ile karıştırılıyor, tatlı bir karışım elde ediliyor, bitter tadını hops adında yeşil yapraklı bir bitkiden alıyor, en son aşamada maya ile birleştirilip, 18 gün bekletiliyor. Heineken Experience’den üzerinde adımız yazan şişede bir bira satın aldık.

Heineken Experience’den sonra Singel nehrine doğru yol aldık. Burası Amsterdam’da ilk yerleşimin başladığı yermiş. Eskiden binalar m2 ‘sine göre değil, ön cephede kapladığı alana göre vergilendirilirmiş, bu nedenle bu sokakta cephesi 1m2’yi geçmeyen evler var (166 ve 7 numaralı evler)

Buradaki 2. akşamımızda saat 8 civarı arkadaşlarım Pelin, Murat, Ümit ve Sinem ile buluştuk. Leidsplein’da çok şirin bir İtalyan restoranında yemek yedik. Fiyatları çok uygun ve yemekleri çok lezzetli bir yerdi (pizza ve bira için iki kişi 22 euro ödedik). Buradan beraber tekrar Red Light’a geçtik. Diyorum ya açıkhava müzesi gibi bir yer olmuş burası turistik amaçlı herkes geziyor :) Gezmek için son derece hareketli bir yer. Beraber Jolly Joker adında bir coffeshop’ta oturduk. biz bu sefer sadece joint içtik, bence kafayı yapan kesinlikle space cake, bu gece hiç birşey olmadı. Gece gayet güzel otelimize döndük.

30/10/2010

Amsterdam’daki son günümüze bot turu yaparak başladık (central station’un yakınlarından kalkıyor). Burada 2500 civarı houseboat yani bottan bozma ev var. Yılda 30.000 gemi geçiyor. Halk daha çok Amsterdam’ın batısına yerleşmiş. Herengracht 81 numaradaki ev 1590 yılında yapılmış en eski yapılardan bir tanesi. Kanalda gezinti yaparken gördüğümüz en güzel otel Hotel Ambassade (Herengracht caddesi üzerinde) idi, ancak fiyatı nedir bilmiyorum.

Tekne gezimizden sonra dün almış olduğumuz 24 saatlik otobüs biletimiz ile Anne Frank’ın evine gittik. Westerkerk durağında indik. Burası 1600’lü yıllarda yapılmış bir klise ancak hiçbir özelliği yok. 6 Euro’ya çatısına çıkılıyordu ancak bir saat 11:30’da oradaydık ve tur 12:30’da olduğu için bir saat beklemek istemedik. Anne Frank’ın evi önünde inanılmaz bir kuyruk olduğu için buraya girmeden geçtik. Tekrar otobüse bindik ve Vandelpark’a gittik. 2 gündür şehrin hiç yeşil olmadığını söylüyorduk. Burası inanılmaz güzel ve yemyeşil bir alandı. Etraftaki insanların tamamı ya bisiklete biniyor yada köpek gezdiriyordu. Türkiye’de olsa böyle bir parkın içinde 100 tane kafe olurdu, ancak burada sadece 1 tane kafe vardı. Buradan yürüyerek müzeler bölgesine geçtik. Burada Amsterdam’ın en meşhur müzelerinden Van Gogh ve Rijkmuseum vardı, biz Holland Card’daki biletimizi Madame Tussaud’a vermiş olduğumuz için buraya girmek için ödeme yapmamız gerekiyordu, Pelin ve Ümit’ler bir önceki gün gitmiş ve fazla sanatsal olduğunu söylemişlerdi, biz içeri girmedik (bir de ne yalan söyleyeyim şimdi Van Gogh Sabancı müzesine İstanbul’a geldiğinde de kalkıp gitmemiştik). Biz pek resim sanatından anlamıyoruz. Buradan yürüyerek Leidsplein’a geçtik. Hard Rock kafe harika bir manzaraya sahipti ancak biz geldiğimiz günden beri gözümüzün kaldığı wok to walk’da yemek yemeğe karar verdik. Ben mantar ve mısırlı, İlker ise karides ve teriyaki soslu noodle yedik. İkisi de gerçekten muhteşemdi, bu makarnacından en kısa sürede İstanbul’a da açılmasını diliyorum. Amsterdam’daki son saatlerimizde sokaklarda yürüdük, fondü peyniri aldık. (800 gr’lık paketleri 6 Euro idi, bu peynir neden Türkiye’de bu kadar pahalı anlamıyorum), ayrıca her zamanki gibi magnetlerimizi aldık (tanesi 2,5 Euro).

Central station’dan trene binip, Amstel istasyonunda indik, Brüksel’e gitmek için bineceğimiz otobüs “Eurolines” buradan hareket ediyordu. Buranın adı Uluslar arası otobüs santrali ancak sadece 2 otobüs vardı. Eurolines bizim bu gezimizde keşfettiğimiz, Avrupa’da otobüs ile ulaşım yapma isteyenler için ucuz bir alternatif. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, Amsterdam Brüksel arası otobüs biletini 9 Euro’ya aldık.

Biz Amsterdam’da hiç yüksek bina yok mu diye düşünürken, otobüsün hareket etmesi ile hepsini gördük. Buranın gerçekten süper bir şehir planlaması var. İş merkezleri şehrin dışında konumlandırılmış. Bende 2 gündür burası nasıl bir memleket kimse takım elbise giymiyor mu diyordum. Meğersem tüm çalışanlar şehrin biraz dışındaki bu gökdelenlerde çalışıyormuş. Kendi şirketimin de olduğu neredeyse bütün firmaların birbirinden şık gökdelenlerini burada gördüm.

Çevre yolu 5 şeritli çok rahat bir yol. Otobüsümüz önce Rotterdam’a, sonra Antwerp’e ve en son Brüksel’e geldi. Yoldaki tabelalar çok ilginçti, biz de İstanbul-Ankara 450 km yazıyor, burada Amsterdam-Paris 500 km :)

Brüksel’e gece saat 11 gibi indik, burada herkes Fransızca konuşuyor. Yaklaşık yarım saat otelin caddesini bilen birini bile bulamadık. En sonunda Birleşmiş Milletler’de çalışan Manzur adında bir Pakistan’lı adam ve eşine rastladık. Bizi gideceğimiz yöne doğru giden trene bindirdiler, bize ev telefonlarını verdiler, bir de yemeğe davet ettiler biz Müslüman kardeşlerini :)

Otelimiz Tran istasyonunun olduğu noktada idi. Brüksel’de metro çok kullanışlı bir ulaşım aracı değil. Yakın yerlere gitmek için bile eğer hat değiştirmek gerekiyorsa önce merkez istasyona gidip oradan hat değiştirmek gerekiyor.

Brüksel’de kaldığımız hotel Amsterdam’dakini göre çok şık bir hoteldi. Burayı da yine booking.com’dan ayarladık.

31/10/2010


Sabah 8’de Brüksel’de harika bir güne uyandık. Hotelimizin İtalyan bahçeli süper bir kahvaltı salonu vardı (Amsterdam’daki otelden sonra burası gerçekten cennetti). Brüksel’deki ilk günümüzü Brugge’de geçirmeye karar verdik. Tran istasyonundan metroya bindik, 6. Hattan Gare du Midi istasyonunda indik. Trenin kalkmasına sayılı dakikalar vardı, bilgi bankosundaki adam bize trenin içinden bilet alabileceğimizi söyledi. Bizde uçarak 09:30’daki trene yetiştik. 10:30’da Brugge’de indik. Valla bilet felan almadık biz, kimse de sormadı. Zaten otelden çıkıp metroya giderken de bilet gişesi bulamadığımız için bilet almamıştık :)

Brugge 16. yüzyıldan kalma küçücük bir kasaba. Neredeyse tüm markaların dükkanları mevcut ve tarihi doku çok fazla korunmamış, felaket turistik bir yer. Ancak gelenek burada da bozulmamış, bu kadar turistik bir yer olmasına rağmen İngilizce bilen birine rastlamak çok zor. Merkezde inip Markt meydanına doğru yürüdük. Burada Çan Kulesini ve belediye sarayını gördük.

Brugge iki meydandan oluşuyor. Markt meydanı büyük olan meydan diğeri ise Brug meydanı. Burada kutsal kan bazilikasını gördük ve yarım saat süren bir tekne turu yaptık (6,70 euro).

12. Yüzyılda yapılmış olan Aziz Yuhanna hastanesinin bahçesini gezdik. Belçika malum çikolatası ve biraları ile ünlü bir yer. Burada vişneli bir bira içtim tadı iğrençti :) Buranın lokal bira markaları Hoegaarden, Leffe, Stella Artois.

Brugge gezmek için çok güzel bir yer ama burada kalmak gerçekten çok yazık olur.

Biz 16:30 treni ile geri döndük, bu sefer beni bir şey dürttü ve bilet aldık, iyi ki de almışız, çünkü bilet kontrolü yaptılar :)

Bu arada markasına göre fiyatlar değişiyor tabi ama biz Brugge pahalı olur diye çikolata alım işini Brüksel’e bıraktık, oysaki Brugge’de 15-20 Euro arası, Brüksel de ise 20-30 Euro arasıydı fiyatlar. Godiva ve Neuhaus burada da aynı Türkiye’deki gibi pahalı (Neuhaus 50 Euro).

Akşam Brasserie Belge’de oturduk. Kendi birasını kendi yapan TAPS gibi bir yerdi burası, (bira ve patates için 12 Euro ödedik), saat 22:00’de canlı müzik başladı, ancak bir çok yorgun olduğumuz için 22:30 civarında oradan ayrıldık. Saat 21:00’den itibaren Halloween kutlamaya gelen insanlar ile meydan dolmaya başlamıştı ancak kutlamalar biraz erken başladığı için millet biraz erken sarhoş olmuştu.

Büyük meydanın pek çok çıkışı olduğu için otelimize yürümek için hangi çıkıştan çıkacağımızı yaklaşık 10 kişiye sorduk, zaten 7 tanesi İngilizce bilmiyordu, kalan 3 tanesi ise çok uzak kesinlikle yürüyemezsiniz dedi. Ancak biz ısrar edince hangi çıkıştan çıkmamız gerektiğini bizi yönlendirdiler. Ve biz 10 dakika sonra otelimizdeydik. Bunlar gerçekten yürüme özürlüsü. Amsterdam’da ulaşım için sürekli olarak bisiklete binen tüm halk gayet fit ve formdaydı burada ise yürümeyen, bira, patates ve waffle’la beslenen halk gayet kilolu :)