24 Ağustos 2010 Salı

Ekim 2009 Amsterdam-Brüksel













28/10/2009


Amsterdam her zaman görmek istediğim bir Avrupa kentiydi. Avrupa’da yaşayan her yaştan her kesimden insanın akın ettiği bu şehir bende yıllardır merak uyandırıyordu.

Amsterdam’a eğitim amacıyla gitmek kısmet oldu. Buraya 25 Ekim 2009 ‘da geldim. Eğitimin yapıldığı hotel NH’di. Burası süper bir oteldi ve eğitim için kesinlikle çok uygundu ancak şehir merkezinden çok uzak, Amsterdam’a kadar gidip bu otelde kalmak gerçekten çok yazık olur.

Eğitimin bittiği gün yani 29/10/2010’da benim için asıl Amsterdam turu başladı. Eğitime beraber gittiğim bütün arkadaşlarım benim gibi tatillerini uzattılar. İlginç bir şekilde Amsterdam’a ilk kez gelen sadece bendim, çoğu en az 1, hatta biri 6. kez gelmekteydi. Mottom “GEZECEK KOCA BİR DÜNYA VAR” olduğu için, ömrümde bir kez gördüğüm yere bir daha gitmem diyorum ancak Amsterdam farklı :)

Eğitim sonrası bizi Schippol Havaalimanı’na bıraktılar. Buradan trenle Central station’a geldik (one way ticket 4,30 Euro ve bilet kontrolü yapmıyorlar) ve İlker ile buluştuk. Otelimiz Central Station’a 5 dakikalık yürüme mesafesindeydi. İlker sabah saatlerinde gelmiş ve küçük bir Amsterdam turu atarak otelimize yerleşmiş. Rokin Caddesi üzerinde bulunan otelimizin adı Cordial’dı. Burayı booking.com’dan ayarladık. Hotel gerçekten bu zamana kadar Avrupa’da kaldığım en kötü otellerden biriydi. Odaları inanılmaz küçük, lavabo hemen yatağın yanında, WC ve duş beraber ve toplam 1m2 bir alanın içinde. Ancak daha sonra fark ettim ki, Amsterdam’da eğer şehrin içinde kalmak istiyorsan genel olarak standart böyle. İnsanlar buraya kesinlikle dışarıda gezmeye geliyor, otel kimsenin umurunda değil :)

Valizimi odaya bırakıp hemen otelden çıktık ve Singel kanalına doğru yürüdük, çiçek pazarı akşam saat 6-7 civarı kapanıyordu, burayı henüz gezemedik, ancak buraya kadar gelmişken Hollanda’dan lale alıp dönmemek olmaz.

Bence bir şehri tanımanın en iyi yolu ara sokaklarını gezmektir. Biz de ara sokaklardan yürüyerek Leidseplein’e gittik. Burası kafelerin, barların olduğu güzel yemek yenilebilecek bir yer. Buradaki oteller de çok güzel. Bana biraz İstanbul’da Beyoğlu’nu hatırlattı. Burada FEBO adında bir yer keşfettik, fast food’un bir adım ilerisi, dükkanda iki kişi çalışıyor, bir adam sürekli burgerleri hazırlayıp, jetonla çalışan dolapların içine koyuyor, bir adamda kasada duruyor. Sen istediğin burgerin parasını ödeyip jeton alıyorsun, sonra da dolaba paranı atıp burgerini alıyorsun. İlker 1,80 Euro’ya bir tavukburger yedi ve gerçekten çok lezzetliydi :)Ben külah içinde kocaman bir patates yedim (3,50 Euro’ydu) burada “wok to walk” adında makarna satan bir yer var, önünde inanılmaz uzun kuyruk vardı, gitmeden bunu mutlaka deneyeceğim.

Yürüyerek Amsterdam Üniversitesinin içinden geçtik, okulun süper bir binası var. Amsterdam’da şehir içi metro ulaşımı çok zayıf, herkes bisiklete biniyor. Ve bisikletlerin hepsi maksimum 10 Euro değerinde, standart olarak eski ve vitessiz. Yolda gördüğünüz kilitsiz bir bisikleti alıp kullanmak serbestmiş, buna çalmak değil, ödünç olarak almak diyorlar :) işiniz bittiğinde götürüp bir yere bırakabilirsiniz. Oradan başka ihtiyacı olan biri alıyor. Ama biz cesaret edip ödünç alamadık :)

Amsterdam Üniversitesinden sonra tekrar otelimizin bulunduğu Rokin caddesine çıktık ve buradan yürüyerek Red Light’a gittik. Eskiden Amsterdam Avrupa’nın en önemli deniz ticaret merkezi imiş, aylarca denizlerde kalan denizciler şehre indikleri zaman evlere saldırarak kadınlara tecavüz ediyorlarmış, bu sebeple yerel yönetim bir karar alarak, bu işlerin para karşılığı yapılabileceği evlere kırmızı ışıklar asmaya başlamış, bütün halk bundan sonra rahat etmiş.

Red Light gerçekten çok ilginç bir yer. Daracık odaların arkasında çıplak kadınlar var. Her milletten her yaştan var (ilgilenenler için fiks fiyat 50 Euro olduğunu da belirteyim) :) kırmızı ışıkların olduğu her odada/evde bu iş yapılıyor, ancak bir üst katında normal bir aile çocukları ile birlikte oturabiliyor. Bu arada öğrendiğimiz kadarı ile Red Light’ta çalışan kadınlar devletin en fazla vergi ödeyen kesimiymiş ve her ay düzenli olarak sağlık taramasından geçmeleri zorunluymuş.

Red light’ın olduğu bölümde çok güzel coffeshop’lar var. Ancak her yerde esrar yada joint yok. Bunları bazı kafelerde bulabiliyorsunuz. Coffeshoplarda esrar serbest ancak sigara yasak, ayrıca bizdekinin tam tersine dışarıda içmek yasak, kafenin içinde içmek serbest :) ayrıca bu kafelerde kesinlikle alkol satışı yapılmıyor, yanında kahve yada gazlı içecek içebiliyorsunuz. Ancak yine de sokakta pek çok kişi yanınıza gelip “do you want cocco” deyip duruyor (yani uyuşturucu) hayır dediğinizde kesinlikle ısrarcı davranmıyorlar. Biz daha önce internetten okuduğumuz BABA’ya gittik. Burada bir space cake kek ( 6 Euro ödedik) ve en hafifinden bir joint denedik (3,5 Euro) (Esrar için bir menü getiriyorlar, 2 Euro’da başlıyor, 10 Euro’ya kadar var) Bu kafelerin içinde özel bölümler var, böyle banka veznesi gibi, eğer daha set bir şeyler bulmak istiyorsanız, menüden sipariş etmiyorsunuz vezneden gidip alıyorsunuz (yaklaşık 15 Euro’dan başlıyor fiyatlar).

BABA’da birkaç saat oturduk. 60 yaşlarında bir amca bir kenarda oturmuş marihuana içiyordu. Sonra gitti bir tane daha aldı, ancak bunu içmemeye karar verip götürüp iade etmek istedi, vezne almadı. Amca yanımıza gelip, marihuanayı az önce 20 Euro’ya aldığını bize 10 Euro’ya satabileceğini söyledi, ben de buraya yeni geldiğimizi ve bunu henüz denemek istemediğimizi söyledim, adam da bizimle dalga geçti, joint mi içiyorsunuz diye. Ama ben ısrarla almak istemediğimizi söyledim. Adam peki dedi, kafeden dışarı çıktı, 2 dakika sonra geldi, elime tutuşturdu, bu benim sana hediyem dedi :) Attık gitti :)

BABA’da oturduğumuz süre boyunca space cake’e verdiğimiz paraya acıdık, space cake yeme sirkülasyonu inanılmaz hızlı olmasa kekin bayat olduğunu bile söyleyebilirdim. Ancak sanırım içine koyduklarından dolayı, kek sem sert bir şey olmuştu. Milletle dalga geçtik, çünkü internetten okuduğumuz pek çok yorumda space cake yiyerek kafayı bulduklarını söylüyorlardı. Biz BABA’da otururken gayet iyiydik ancak 12’ye doğru mekândan kalkıp otele doğru yürümeye başlayınca bir garip oldum, çok saçma sapan bir histi, sanki zemin altımdan kayıyor gibiydi, sanki adım attığım yer açılıp geri kapanıyordu. Daha önce otelimizden 5 dakikada geldiğimiz yeri dönüşte 15 dakikada ancak yürüdük. Otel odasına ilk girdiğimizde buranın küçük olduğunu fark etmiştim ancak şimdi daha da küçük geldi bana, sürekli bir yere çarptık, yatağa zor attık kendimizi ve ben sabaha kadar rüyamda yataktan düştüğümü görüp, İlker’e sarıldım, sanki yatak yamuktu ve ben İlker’i tutmazsam kayıp gidecektim. İlker’de benim gibi hissetmiş. Sabah halimize çok güldük. Sonradan öğrendik ki, böyle joint ve space cake felan mümkünse bir birine çok karıştırılmayacakmış :) Valla buraya gelen bütün arkadaşlarım mantar ye dedi, ama ben acemi çaylak korkuyorum :)

29/10/2010

Otelimizin en büyük lükslerinden biri kahvaltının dahil olmasıydı. İlker kahvaltıda her şeyi yedi ama ben her zamanki gibi yine yiyecek pek bir şey bulamadım :)

Gezimize Holland Card olarak başladık (34 Euro) , aslında “I AM AMSTERDAM” kartında bütün müzeler dahildi ancak biz Amsterdam’a kesinlikle müze gezmeye gelmedik, şehir açık hava müzesi zaten. Holland Card’da belirli sayıda kuponun var, her müzenin de belli bir kuponu var. Örneğin Mademe Tussaud’a A kuponu ile giriliyorsa, A kuponunu oraya harcadıktan sonra başka A kuponu ile girilebilen bir yere giremiyorsun. Ama bence yine de “I AM AMSTERDAM” kartından daha mantıklı bir kart.

Mademe Tussaud’s gittik, normalde 21 Euro giriş fiyatı ancak bir Holland Card’daki kuponlarımızdan birini burada kullandık. Ben daha önce Londra’daki müzeyi de görmüştüm, burası çok küçüktü ancak İlker henüz Londra’daki müzeyi görmemiş olduğu için burayı çok beğendi.

10 gibi Mademe Tussaud’a girdik, neredeyse tüm balmumu heykeller ile resim çektirdik ve 12’de oradan çıkıp Watersplein’e gittik. Burası 2. El bit pazarı gibi bir yer. Okuduğumuz yorumlar mutlaka görülsün çok otantik bir yer diyordu ancak bence kesinlikle görülmese de olur, millet evinde kullanmadığı ne varsa kapmış gelmiş.

Amsterdam’ın kanalları ve sokakları gerçekten çok güzel. Burası kesinlikle yürüyerek gezilmesi gereken bir şehir. Bütün binaların tepelerinde kancalar var, evlerin kapıları ve koridorları o kadar küçük ki, bu kancalar eşya taşımada kullanılıyormuş.

Watersplein’den sonra yürüyerek open air market’e gittik. Burası sokak pazarı, her şey ultra kalitesiz ve bence kesinlikle pahalı, yurtdışından gelen turistlerin neden İstanbul’da zıvanadan çıkarak alış veriş yaptıklarını çok iyi anlıyorum. Burada MASA adında vejetaryen bir lokantada yemek yedik. Ben MASA Falafel bir şey yedim, çok lezzetli ve doyurucuydu (7,40 Euro). Burada bir de Türk Lokantası gördük tabiî ki :)

Open Air Market’ten sonra Heineken Experience’e gittik, kocam içecek sektöründe çalıştığı için, biz gittiğimiz her ülkede mutlaka en az 5 market-bakkal gezip, yerel içeceklerin hepsinin tadına bakarız, onun sayesinde inanılmaz içecekler öğrenmiş bulunmaktayım.

Heineken Experience bence kesinlikle Amsterdam’da görülmesi gereken bir yer. Biz Hollland Card’ımızın B kuponunu buraya verdik (normalde giriş 15 Euro, 2 bardak bira fiyata dahil) Heineken şuanda 4. kuşak tarafından yürütülmekte olan bir aile şirketi (ilk 3 kuşak erkekmiş bu kuşak bir bayan tarafından yürütülüyor). Heineken’de biranın nasıl yapıldığının anlatıldığı 4 boyutlu süper kısacık bir film bölümü var, sanki bira şişesinin içinde yüzüyor gibi hissediyorsunuz. Biranın %95’i su, ezilmiş arpa ile karıştırılıyor, tatlı bir karışım elde ediliyor, bitter tadını hops adında yeşil yapraklı bir bitkiden alıyor, en son aşamada maya ile birleştirilip, 18 gün bekletiliyor. Heineken Experience’den üzerinde adımız yazan şişede bir bira satın aldık.

Heineken Experience’den sonra Singel nehrine doğru yol aldık. Burası Amsterdam’da ilk yerleşimin başladığı yermiş. Eskiden binalar m2 ‘sine göre değil, ön cephede kapladığı alana göre vergilendirilirmiş, bu nedenle bu sokakta cephesi 1m2’yi geçmeyen evler var (166 ve 7 numaralı evler)

Buradaki 2. akşamımızda saat 8 civarı arkadaşlarım Pelin, Murat, Ümit ve Sinem ile buluştuk. Leidsplein’da çok şirin bir İtalyan restoranında yemek yedik. Fiyatları çok uygun ve yemekleri çok lezzetli bir yerdi (pizza ve bira için iki kişi 22 euro ödedik). Buradan beraber tekrar Red Light’a geçtik. Diyorum ya açıkhava müzesi gibi bir yer olmuş burası turistik amaçlı herkes geziyor :) Gezmek için son derece hareketli bir yer. Beraber Jolly Joker adında bir coffeshop’ta oturduk. biz bu sefer sadece joint içtik, bence kafayı yapan kesinlikle space cake, bu gece hiç birşey olmadı. Gece gayet güzel otelimize döndük.

30/10/2010

Amsterdam’daki son günümüze bot turu yaparak başladık (central station’un yakınlarından kalkıyor). Burada 2500 civarı houseboat yani bottan bozma ev var. Yılda 30.000 gemi geçiyor. Halk daha çok Amsterdam’ın batısına yerleşmiş. Herengracht 81 numaradaki ev 1590 yılında yapılmış en eski yapılardan bir tanesi. Kanalda gezinti yaparken gördüğümüz en güzel otel Hotel Ambassade (Herengracht caddesi üzerinde) idi, ancak fiyatı nedir bilmiyorum.

Tekne gezimizden sonra dün almış olduğumuz 24 saatlik otobüs biletimiz ile Anne Frank’ın evine gittik. Westerkerk durağında indik. Burası 1600’lü yıllarda yapılmış bir klise ancak hiçbir özelliği yok. 6 Euro’ya çatısına çıkılıyordu ancak bir saat 11:30’da oradaydık ve tur 12:30’da olduğu için bir saat beklemek istemedik. Anne Frank’ın evi önünde inanılmaz bir kuyruk olduğu için buraya girmeden geçtik. Tekrar otobüse bindik ve Vandelpark’a gittik. 2 gündür şehrin hiç yeşil olmadığını söylüyorduk. Burası inanılmaz güzel ve yemyeşil bir alandı. Etraftaki insanların tamamı ya bisiklete biniyor yada köpek gezdiriyordu. Türkiye’de olsa böyle bir parkın içinde 100 tane kafe olurdu, ancak burada sadece 1 tane kafe vardı. Buradan yürüyerek müzeler bölgesine geçtik. Burada Amsterdam’ın en meşhur müzelerinden Van Gogh ve Rijkmuseum vardı, biz Holland Card’daki biletimizi Madame Tussaud’a vermiş olduğumuz için buraya girmek için ödeme yapmamız gerekiyordu, Pelin ve Ümit’ler bir önceki gün gitmiş ve fazla sanatsal olduğunu söylemişlerdi, biz içeri girmedik (bir de ne yalan söyleyeyim şimdi Van Gogh Sabancı müzesine İstanbul’a geldiğinde de kalkıp gitmemiştik). Biz pek resim sanatından anlamıyoruz. Buradan yürüyerek Leidsplein’a geçtik. Hard Rock kafe harika bir manzaraya sahipti ancak biz geldiğimiz günden beri gözümüzün kaldığı wok to walk’da yemek yemeğe karar verdik. Ben mantar ve mısırlı, İlker ise karides ve teriyaki soslu noodle yedik. İkisi de gerçekten muhteşemdi, bu makarnacından en kısa sürede İstanbul’a da açılmasını diliyorum. Amsterdam’daki son saatlerimizde sokaklarda yürüdük, fondü peyniri aldık. (800 gr’lık paketleri 6 Euro idi, bu peynir neden Türkiye’de bu kadar pahalı anlamıyorum), ayrıca her zamanki gibi magnetlerimizi aldık (tanesi 2,5 Euro).

Central station’dan trene binip, Amstel istasyonunda indik, Brüksel’e gitmek için bineceğimiz otobüs “Eurolines” buradan hareket ediyordu. Buranın adı Uluslar arası otobüs santrali ancak sadece 2 otobüs vardı. Eurolines bizim bu gezimizde keşfettiğimiz, Avrupa’da otobüs ile ulaşım yapma isteyenler için ucuz bir alternatif. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, Amsterdam Brüksel arası otobüs biletini 9 Euro’ya aldık.

Biz Amsterdam’da hiç yüksek bina yok mu diye düşünürken, otobüsün hareket etmesi ile hepsini gördük. Buranın gerçekten süper bir şehir planlaması var. İş merkezleri şehrin dışında konumlandırılmış. Bende 2 gündür burası nasıl bir memleket kimse takım elbise giymiyor mu diyordum. Meğersem tüm çalışanlar şehrin biraz dışındaki bu gökdelenlerde çalışıyormuş. Kendi şirketimin de olduğu neredeyse bütün firmaların birbirinden şık gökdelenlerini burada gördüm.

Çevre yolu 5 şeritli çok rahat bir yol. Otobüsümüz önce Rotterdam’a, sonra Antwerp’e ve en son Brüksel’e geldi. Yoldaki tabelalar çok ilginçti, biz de İstanbul-Ankara 450 km yazıyor, burada Amsterdam-Paris 500 km :)

Brüksel’e gece saat 11 gibi indik, burada herkes Fransızca konuşuyor. Yaklaşık yarım saat otelin caddesini bilen birini bile bulamadık. En sonunda Birleşmiş Milletler’de çalışan Manzur adında bir Pakistan’lı adam ve eşine rastladık. Bizi gideceğimiz yöne doğru giden trene bindirdiler, bize ev telefonlarını verdiler, bir de yemeğe davet ettiler biz Müslüman kardeşlerini :)

Otelimiz Tran istasyonunun olduğu noktada idi. Brüksel’de metro çok kullanışlı bir ulaşım aracı değil. Yakın yerlere gitmek için bile eğer hat değiştirmek gerekiyorsa önce merkez istasyona gidip oradan hat değiştirmek gerekiyor.

Brüksel’de kaldığımız hotel Amsterdam’dakini göre çok şık bir hoteldi. Burayı da yine booking.com’dan ayarladık.

31/10/2010


Sabah 8’de Brüksel’de harika bir güne uyandık. Hotelimizin İtalyan bahçeli süper bir kahvaltı salonu vardı (Amsterdam’daki otelden sonra burası gerçekten cennetti). Brüksel’deki ilk günümüzü Brugge’de geçirmeye karar verdik. Tran istasyonundan metroya bindik, 6. Hattan Gare du Midi istasyonunda indik. Trenin kalkmasına sayılı dakikalar vardı, bilgi bankosundaki adam bize trenin içinden bilet alabileceğimizi söyledi. Bizde uçarak 09:30’daki trene yetiştik. 10:30’da Brugge’de indik. Valla bilet felan almadık biz, kimse de sormadı. Zaten otelden çıkıp metroya giderken de bilet gişesi bulamadığımız için bilet almamıştık :)

Brugge 16. yüzyıldan kalma küçücük bir kasaba. Neredeyse tüm markaların dükkanları mevcut ve tarihi doku çok fazla korunmamış, felaket turistik bir yer. Ancak gelenek burada da bozulmamış, bu kadar turistik bir yer olmasına rağmen İngilizce bilen birine rastlamak çok zor. Merkezde inip Markt meydanına doğru yürüdük. Burada Çan Kulesini ve belediye sarayını gördük.

Brugge iki meydandan oluşuyor. Markt meydanı büyük olan meydan diğeri ise Brug meydanı. Burada kutsal kan bazilikasını gördük ve yarım saat süren bir tekne turu yaptık (6,70 euro).

12. Yüzyılda yapılmış olan Aziz Yuhanna hastanesinin bahçesini gezdik. Belçika malum çikolatası ve biraları ile ünlü bir yer. Burada vişneli bir bira içtim tadı iğrençti :) Buranın lokal bira markaları Hoegaarden, Leffe, Stella Artois.

Brugge gezmek için çok güzel bir yer ama burada kalmak gerçekten çok yazık olur.

Biz 16:30 treni ile geri döndük, bu sefer beni bir şey dürttü ve bilet aldık, iyi ki de almışız, çünkü bilet kontrolü yaptılar :)

Bu arada markasına göre fiyatlar değişiyor tabi ama biz Brugge pahalı olur diye çikolata alım işini Brüksel’e bıraktık, oysaki Brugge’de 15-20 Euro arası, Brüksel de ise 20-30 Euro arasıydı fiyatlar. Godiva ve Neuhaus burada da aynı Türkiye’deki gibi pahalı (Neuhaus 50 Euro).

Akşam Brasserie Belge’de oturduk. Kendi birasını kendi yapan TAPS gibi bir yerdi burası, (bira ve patates için 12 Euro ödedik), saat 22:00’de canlı müzik başladı, ancak bir çok yorgun olduğumuz için 22:30 civarında oradan ayrıldık. Saat 21:00’den itibaren Halloween kutlamaya gelen insanlar ile meydan dolmaya başlamıştı ancak kutlamalar biraz erken başladığı için millet biraz erken sarhoş olmuştu.

Büyük meydanın pek çok çıkışı olduğu için otelimize yürümek için hangi çıkıştan çıkacağımızı yaklaşık 10 kişiye sorduk, zaten 7 tanesi İngilizce bilmiyordu, kalan 3 tanesi ise çok uzak kesinlikle yürüyemezsiniz dedi. Ancak biz ısrar edince hangi çıkıştan çıkmamız gerektiğini bizi yönlendirdiler. Ve biz 10 dakika sonra otelimizdeydik. Bunlar gerçekten yürüme özürlüsü. Amsterdam’da ulaşım için sürekli olarak bisiklete binen tüm halk gayet fit ve formdaydı burada ise yürümeyen, bira, patates ve waffle’la beslenen halk gayet kilolu :)